Yok olma ve yok oluş fikri çok çok eski zamanlardan beri insan denen canlının en büyük soru işaretlerinden biri. Cevabı verilemeyen, sürekli değişen bir paradigma. Var olduğumuzdan beri varız ve her an dönüşen varlıklar olarak yok olmaya mahkumuz. Diyalektik yapıda olduğu gibi sınırsız bir değişim, analiz, ve yıkım üzerine yeni şeyler inşa etmek gibi. Durmadan ölüyoruz, yok oluyoruz ve doğuyoruz, anında var oluyoruz. Bu sonu olmayan bir işleyiş. Bazımız öteki dünyaya inanarak, bazımız ideolojik saplantılarla bazımız da materyalizmin acımasız kollarında ölmeye hazırız.
Yok olmanın yok olması imkansız olduğuna göre var olmanın dayanılmazlığına inanmaya ve neden var olduğumuzu unutmadan üretmeye devam ediyoruz.
21. yüzyılda ise sadece üreten, tüketen, durmadan çalışan insanoğlu; yok olmayacakmış gibi yaşamaya devam ediyor. Utanç verici bir haldeyiz...
‘Hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını idrak ettiğinizde, doğrunun nasıl değişken olabildiğini anlarsanız, bu çok derin bir düşüncedir.
Yok/var ilişkisi doğru/yanlış, iyi/kötü etkileşimi gibi neyin, neden olduğunu kim bilebilir?
Fotoğrafın geçmişle, şimdiyle ve gelecekle kurduğu gerçek üstü ilişkiye hep hayran olmuşumdur. O yıllanmış fotoğraflara bakarken kim kendinden geçmez ki? Sıradan bir fotoğrafın içinden çıkabilen derin düşünceler...bunu başaran kuvvet zamanın akışı mıdır yoksa kareye hapis edilmiş durumların gerçek üstü bir dünya yaratan mistik enerjisi mi?
Yokolan, üçlemenin ikincisi olarak görselleştirilmiş bir sorgu aracısı olmaya aday. Kurgusunda ve yapı taşında özen gösterdiğim ilkeler hep bunlarla bağıntılı. Tamamen manual SLR kamere ile yaklaşık 20 sene önce çekilmiş, siyah ve beyaz kimyasal filmlerle buluşmuş AN'ların dönüşümü üzerine düşünmenizi istiyor. Fotoğraflar hiçbir işlemden geçmedi. Hatta kirli halleri, bozulmuş yapıları olan filmler ve kartlar böylece korundu. Amacım muhteşem bir fotoğrafik görsel şölen değil, ışığın kimyasalla buluştuğu zamanları bir katalizör gibi kullanmak.
Alper Akça / 2019
Kimyanın mucidi diyebileceğimiz ve “Kütlenin Korunumu Yasası” diye bilinen bir ilkeyi ortaya koyan Antoine Lavoisier, kendi adıyla da anılan bu ilkeyi şöyle dile getirmiş;
« Doğanın tüm işleyişlerinde hiç bir şeyin yoktan var edilmediği, tüm deneysel dönüşümlerde maddenin miktar olarak aynı kaldığı, elementlerin tüm bileşimlerinde nicel ve nitel özelliklerini koruduğu gerçeğini tartışılmaz bir aksiyom olarak ortaya sürebiliriz. » Bu kanunda “birleşen iki kimyasal maddenin ağırlıklarının toplamı, meydana gelen bileşimin ağırlığına eşittir.” der. Gerçekten de 2 gram hidrojeni 16 gram oksijenle birleştirirsek 18 gram su elde ederiz. Aynı biçimde 35 gram klorü 23 gram sodyum ile birleştirirsek kullanılan iki maddenin toplamı kadar tuz elde ederiz. Bütünüyle bilimsel bir deyimle olmasa bile Lavoisier kanununu şu biçimde ifade etmek mümkündür:
“Tabiatta hiçbir madde yok olmaz, olmadan da var olmaz”.
Hiç yok olmayacağını düşünen, kimyanın Newton’u olarak anılan bu adam, Fransız devrimi sırasında giyotinle başı vurulmak için alındığı sırada okuduğu kitabın arasına ayraç koymuş ve öyle ölüme yürümüş.
"Yokolan" için seçilmiş eserler çekim zamanından, mekanik yapıdan, fotoğrafik görüntü standartlarından ve kalıplarından öte ilk bakışta yarattığı derinlemesine duyguya odaklanmıştır. Hem tek tek hem de bir bütün olarak geçmişi anarak şimdinin realitesinde okunmalıdır görüntüler. Fakat "şimdi" paradoksu durmaksızın akan nehirdeki aynı olmayan sudur, kaçınılmaz olarak yok olmaya mahkumdur.
Asıl hissedilmesi umut edilen, geleceğin kurgusunda var/yok aynasında, izleyicinin içsel bir yolculukta tüm benliği ile kaybolmasıdır. Ya da dönüşmesi, yok olması ve yeniden var olarak geleceği yaratması...